Hakkını aramak istedikçe hep bir engelle karşılaşan Mahir, devletin bu politikasına karşı çıkmak istiyor fakat yokuşu daha da dikleştirmek pek mantıklı gelmiyordu. Devlet dairesinde vakit geçirdiğinden evini boşalttı. Yatak odasından başladı sıfırlamaya. Günler kovaladı birbirini. Cumartesi, pazarın ensesinde. Pazar, ertesinin. Devlet memurları gibi devlet mağdurları da çalışmıyordu, memurların tatil günleri. Tüm ülkeyi sarmış felaket haberleri televizyon ekranlarında dönerken, haberlerle ilgilenmeyen Mahir hastanede yatan annesinin sağlığından endişe duyuyordu. Yoğun Bakım odasından çıkan her doktorun yakasına yapışan Mahir, olumlu-olumsuz bir yanıt alamamanın endişesini yaşarken, televizyondan yayılan ses, kaderin cilvesi gibiydi “bu işin fıtratında var” Devlet dairelerinden ne yakasını kurtarabiliyor, ne de annesini. Kanser olan annesi için birçok yolu deneyerek para bulmaya çalışan Mahir, zamanında doğa için eylemlere katılmış ve bu eylemlerde hükümetin rant elde etmesine bir nebze engel olan protestolardan dolayı sicilini kabartmış, devlet tarafından damgalanmıştı. Protestoların bedeli ağır oldu. Doğa için kendini yakmış ve bu sebepten dolayı herhangi bir yerde ne iş bulabiliyor, ne de kredi batağına saplanabiliyordu.
Seçenekleri teke indirgenmiş bir demokrasiden geçen memleket için fazla konuşkan biriydi. Bunun mükâfatını da kimsenin kendisine sahip çıkmamasıyla alıyordu. Gerekli belgeleri topladı uzun bir zaman zarfından sonra lakin geç kalmak da, uzun zaman diliminin koluna girip eşlik etmişti. Annesini kaybeden Mahir, üzüntüsünü kusacağı bir yer bulamıyordu. O gün hastanede duydukları ve kaderin cilvesi diye kafasından geçirdiği olayları anımsadıktan sonra, kayıtsız kaldığı günleri geriden gelerek dengeliyordu. Fıtrat, ölümle iş birliği içerisindeydi belli ve azrail tarafından yeryüzüne atama dahi yapılmıştı. Belli süre toparlayamadı kendini. Tren garının çaprazındaki otelde kalıyordu. O tel de batıyordu. Ağlamaklı geçirdiği bir günün ardından, dışarı çıkıp yakınlardaki eczaneden kendisini toparlamak ve sakinleştirmek adına ilaçlar aldı. Odasına çıkmadan lobide birkaç telefon görüşmesi yapmak istedi, telefonu çevirdi. Fakat arayacağı kimsesi kalmamıştı yeryüzünde. Teşekkür ettikten sonra odasına yöneldi ve ilaçlarını telleri batan yatağına saçtı. Bir bardak suda üç ilaç boğdu. Anti bir durum sergilemedi depresan. Lustral, İsveç’te bir semt gibi. Prozac, alternatif rock grubu.
Günler kovaladıkça birbirini, geriye düştü bu koşuda. Elinden bir şey gelmemesinin acısını daha da hissetmeye başladı. Tek suçu boyun eğmemek olan bir insanın pişmanlığı, dünyayı arşınlıyordu. Fikirlerini kendine saklamıyor, yazıyordu. Yayımlanmamış üç ciltlik bir serisi vardı. Serilerin isimlerini, sevdiği sanatçı olan Neşet Ertaş’ın şarkı isimlerinden almıştı. Dinlerken anımsadıkları, hayatını roman kılmıştı. Ve şiirler, bu romanın arasında ince bir detaydı. Üstü renkli kalemle çizilmiş. Tüm romandan anlaşılan, sıralanmış mısralar.
Konumunu koruyor, koordinatlarla oynamıyordu. Anımsıyordu, kaybettikleri geliyordu aklına. En başta annesi Müzeyyen. Hasret, elmayı ısırmadan önceki durumdu, özlem de.
Murat Şeker ya da her kimse.
Yorumlar
Yorum Gönder